25 Ocak 2013 Cuma

Ömer b. Abdülaziz


           Ey insanlar! Allah'a itaat edene itaat etmek şarttır. Allah'a itaat etmeyene siz de itaat et­meyin. Bu ilkeye uyduğum sürece siz de bana uyunuz, değilse bana itaat etmeyiniz. Çünkü ben Allah'a itaat etmediğim zaman sizin üze­rinizde İtaat gibi bir yükümlülük kalmaz.

Ömer b. Abdülaziz

         Hicretin 99. yılında Süleyman b. Abdülmelik'in gizli vasiyetiyle onun yerine geçti. İktidara geldiğinde saltanatın tüm kurallarını reddetti. Kendinden evvelkiler gibi kendi hi­lafetinin de meşru olmadığına inanıyordu. Çünkü hilafete getiriliş usulü şûra ve özgür biatla değil verasetle idi.
Raşid bir halife olabilmek için kendi makamının meşruiyyetini tartışarak başladı işe. Veraset'in düpedüz saltanat demeye geldiğini o da biliyordu. Biat ve şûra gibi iki temel dayanaktan yoksundu. Halkın huzuruna çıkıp şöyle konuş­tu:

"-Daha Önce böyle bir makama getirileceğimi bilmiyor­dum. Bu iş bana verilirken kimse benim fikrimi almadı. Ger­çek bir halife olabilmem için benim bu işe talip olmam müslümanların da şura ile buna karar vermesi gerekiyor. Bu se­beple daha önceden bana yaptığınız biattan vazgeçiyorum. Siz, başınıza istediğiniz kimseyi seçmekte serbestsiniz."

Ömer b. Abdülaziz'in bu konuşmasını anlayabilmemiz için bir kaç noktayı bilmemiz gerekiyor.

Saltanatın kendisinden evvelki sahibi Süleyman b. Ab-dülmelik selefleri gibi kendisinden sonra yerine geçecek olanın adına düzenlenmiş bir vasiyet bırakmak istiyordu. Kendi kardeşini seçmek isterken polis müdürü Reca'nm tavsiyesiyle Ömer b. Abdülaziz'i onun ardından da kardeşi Ye-zid'i vasiyetnameye yazarak kapalı zarf üzerinde herkesi biata çağırır. Zarfın içerisindeki isimlerin kim olduğunu kim­se bilmemektedir; hatta isim sahipleri bile. Süleyman'ın ölü­münden sonra zarf açılır. Yeziddurumaitirazetmekistemiş-se de Reca "boynunu vururum!" tehdidiyle onu susturur. Ömer b. Abdülaziz'in halifeliği böyle başlar.

İşte saltanatın 'biat'tan anladığı budur. Ömer b. Abdüla­ziz bunun biat değil bir aldatmaca olduğunu bildiğinden hal­kın huzuruna çıkıp onlardan gerçek biat talep eder. Bu kez halk, hür iradeleriyle kendisini seçtiklerini, başka birine razı olmayacaklarını bildirirler. Çünkü o daha valiliği sırasında adil yönetimiyle halkın dilinde bir efsane olmuştur.

Halkın hür biati üzerine hilafeti kabul eden Ömer b. Ab­dülaziz onları şöyle uyarır:

"-Bu ümmetin bireyleri arasında Rableri, Nebileri ve Kitab'ları konusunda herhangi bir ihtilafları yoktur, İhtilaf­ların tümü dinar ve dirhem yüzündendir. Vallahi kanunsuz ve haksız olarak ne bir kimseye bîr kuruş veririm, ne de alı­rım. Hakkı olanın hakkını reddetmem."

"Ey insanlar! Allah'a itaat edene itaat etmek şarttır. Al­lah'a itaat etmeyene siz de itaat etmeyin. Bu ilkeye uyduğum sürece siz de bana uyunuz, değilse bana İtaat etmeyiniz. Çün­kü ben Allah'a itaat etmediğim zaman sizin üzerinizde itaat gibi bir yükümlülük kalmaz."


              Münzir b. Ubeyd diyorki: "Ömer b. Abdülaziz cuma na­mazından sonra hilafete geldi. Kısa zamanda o kadar değiş­mişi ki aynı günün ikindi vakti onu tanıyamadım."

Çocukluğu sarayda, gençliği valiliklerde geçmiş bir Emevi prensi olan Ömer b. Abdülaziz, ümmetin semasına zi­firi bir gece gibi çöreklenen 90 yıllık Emevi zulmetinin ortasında parlayan bir kaç yıldızdan biridir. Belki de, yaptıkları­nın sonuçları açısından birincisidir. Böyle bir hayatın sahibi nasıl olmuştu da îslami hareket tarihinin en çaplı devrimle­rinden birini yapabilmişti?

Onun vicdanında derin izler bırakan bir olaydan söz eder el-Bidaye sahibi:

           Velid b. Abdülmelik'in saltanat yıllarıdır. Ömer b. Ab-dülaziz Medine valisidir. Halife valiyi de atlayarak verdiği bir emirle Abdullah b. Zübeyr'in oğlu Hubeyb'e elli kırbaç vurdurur. Bununla bitmez. Ortalık kış mevsimidir. Bir yan­dan Peygamber Mescidinin kapısında teşhir edilirken bir yandan da üzerine sürekli soğuk su dökülür. Hubeyb bu iş­kenceye dayanamayıp ölür.
Kaderin cilvesine bakınız ki; bu Hubeyb kardeşi Hamza ile birlikte en zor gününde babaları Abdullah b. Zübeyr'i terkederek onun ve Allah'ın düşmanı Haccac'a sığınmışlar­dı. Onların bu tavırları şehadetin eşiğinde bekleyen babala­rının çok ağırına gitmişti. Fakat, sonunda, Emevi zulmün­den yakalarını yine kurtaramamışlaı-, korktukları şey hem de en dehşetli biçimiyle başlarına gelmişti.
Kendi sorumluluğu altındaki bir bölgede böylesine in­sanlık dışı bir cinayetin işlenmesini içine sindiremeyeıek is­tifa eden Ömer b. Abdülaziz, bu olaydan hayli etkilenmişti. Daha sonraları getirildiği görevlerde adil yönetimiyle halkın dikkatlerini üzerine çekiyor, etrafında sevilip sayılan biri haline geliyordu.

Ona tarihçilerin verdiği isimlerden biri de "Ömer-i Sani" (İkinci Ömer). Yani, bununla adalet timsali Raşid Halife Ömer b. Hattab'a benzetiliyordu. Hiç de abartma sayılma­ması gereken bu benzetme aynı zamanda irsi bir gerçekliğe de dayanıyordu. Çünkü Hz. Ömer, Ömer b. Abdülaziz'in bü-yükbabasıydı. Emevi hanedanının kanunsuz olarak elde et­tiği tüm mal varlığının hazineye iade edileceğini ilan ettiğinde Emevİ prensi Ömer b. Veîid şöyle diyordu:

"Ömer b. Hattab'm soyundan bir adamı başa getirdiniz, o da size böyle yaptı."

Zulmen alınmış malların tasfiyesine önce kendisinden başladı. "Bu benim meşru olarak elde ettiğimdir." dediği az bir miktar hariç tüm mal varlığını hazineye iade etti. İade edilen bu mallara hanımının mücevherleri de dahildi. Tasfi­ye ettiği malların oranını anlamada yardımcı olması açısın­dan bir ölçü verecek olursak, yıldakırk bin dinar gelir getiren araziye sahipken, bu miktar tasfiyeden sonra yıllık dört yüz dinara düşüyordu.

Malların tasfiyesi işlemi hanedanın eteklerini tutuştur­muştu. Hukukun üstünlüğüne dayanmayan tüm yönetimler­de olduğu gibi halkın sırtından geçinen seçkin zümre, ellerindekinden de olma tehlikesiyle karşı karşıya idi. Hanedan halifeyi bu kararından vazgeçirmek için araya halası Fatıma bint-i Mervan'ı koydu. O şöyle diyordu:

"Aile fertlerin, bu gibi davranışlarının iyi sonuçlar do­ğurmayacağım ve sana pahalıya mal olacağını hatırlatmak istiyorlar."                                             '-

Düpedüz tehdit olan bu sözler 'otlakçı takımı'nın ge­rektiğinde işi nerelere kadar vardıracağının da deliliydi. Muaviye b. Yezid bahsinde de değindiğimiz gibi, sultan sal­tanattan vazgeçmiş ama hanedan vazgeçmemişti.

Halasının ilettiği bu tehdit karşısında Ömer b. Abdüla­ziz'in tavrı daha bir tavizsizdi:

"Hesap vereceğim kıyamet gününden başka kimseden korkum yok!."

Yeğenini ikna edemeyeceğini anlayan hala, farkında olmadan saltanatın ve nübüvvetin manevi ırsiyetini ifade eden şu sözleri söylüyordu hanedana:

"Siz bu adamdan ne bekliyorsunuz? Ömerb. Hattab'ın ailesinden bir kız aldınız. Elbet bu da ana tarafına çekmiş­tir."

îbn-i Esir'in el-Kamil'inde, bu konuşma esnasında Ömerb. Abdülaziz'in halasına şunları da söylediği kaydedi­lir:

"-Allah Muhammed Aleyhisselamı gazab olarak değil rahmet olarak gönderdi. Sonra onu kendi katına aldı. Allah Rasulü insanlara bir nehir bıraktı. İnsanlar ondan eşit bir şe­kilde topluca içtiler. Sonra Ebubekir geldi ve o nehri bulduğu gibi bıraktı. Daha sonra Ömer halife seçildi ve arkadaşının yaptığı gibi yaptı. Osman halife olunca bu nehirden bir kol ayrıldı. Muaviye gelince ise bu nehirden bir değil bir çok kollar ayrıldı. O nehir Yezid, Mervan, Abdülmelik, Velid ve Süleyman tarafından da parçalanmaya ve kurutulmaya de­vam edildi. Emr (yönetim) bana ulaşıncaya kadar o Allah Rasulününbıraktığıkocanehir kurumuştu. Bu nehir eski ha­line dönüp de ayrılan kollar birleşinceye 
kadar o nehirden herkes eskisi gibi faydalanamayacaktır."

Karısı Fatıma, Ömer b. Abdülaziz'i şöyle anlatıyor: "Odasına girdiğimde çoğu zaman onu seccadesinin üzerine kapanıp ağlarken görüyordum. Bir keresinde niçin ağladığını sordum; şöyle dedi:

"-Ben Muhammed ümmetinin devlet başkanlığı gibi sorumluluk isteyen bir görevde bulunuyorum. Bu ümmet arasında aç olanı var, parasız-pulsuz olanı var, hastası, zul­me uğrayanı, yoksulu var. Haklı ya da haksız zindanda olan­lar var. Zayıfı var, ihtiyarı var. Biliyorum ki Allah hesap gü­nünde benden bütün bunların hesabını soracak. Allah Rasu­lü, ümmetinin işlerini nasıl idare ettiğimi soracak. İşte kor­kum o ki, bu dava aleyhime sonuçlanır. Buna üzülüyor, buna ağlıyorum."

Ömer b. Abdülaziz döneminde atılan Önemli adımlar dan biri de ümmetin vahdeti için yapılanlardı. O, kendisin den önceki yönetimler tarafından, saltanatın bekası için eki­len ayrılık tohumlarını kurutmaya çalıştı. Bu çalışması sıra­sında ümmet içerisinde hiziplerarası kan davasına dönüşen ömürlük kavgaları -yönetim süresince de olsa- tatlıya bağla­dı. Yukarıya alıntıladığımız konuşmasında kendisinin de belirttiği gibi, Allah Rasulü'nün parçalanan ırmağını eski haline döndürmek için çabaladı. Ne ki, bu çabanın köklü ürünlerini elde etmeye ömrü vefa göstermedi.

Ömer b. Abdülaziz'in selef içerisindeki gurupîaşmaya bakışı net ve itidalliydi. Hilafetteki rüştünü ispatlayan bu gü­zide insan ümmetin vahdeti için Allah, Peygamber ve Kitab birliğini yeterli buluyordu. Bundan gerisini ise "dinar ve dirhem ayrılığı" olarak niteliyor, kökeninde dünyevi menfaat, makam ve mevki hırsının yattığını söylüyordu.

Vahdet için attığı ilk adım, Muaviye'nin koyduğu saha­beye hakaret etme geleneğini ortadan kaldırıp yerine güzel bir geleneği ikame etmesiydi. Onun koyduğü-bu güzel gele­nek, vahdet konusundaki samimiyetinin bir nişanesi olarak bugün de davam etmektedir.

Ehl-i beyt ve onların taraftarlarına yapılan haksızlıkla­ra son verdi. Şiadan ehil gördüklerine yöneticilik verdi. Emevi hanedanı arasında yağmalanan Rasulullah'ın şahsi arazisi Fedek'i ehl-i beyte iade etti.

Ehl-i beyt ve şia Ömer b. Abdülaziz'in bu uygulamala­rından Öylesine hoşnud olmuşlardı ki ona beklenen Mehdi gözüyle bakıyorlardı. Bu konudaki birçok rivayetten bir ta­nesi şöyle:

"Muhammed b. Ali'den işittim. Diyordu ki: Peygamber bizden, Mehdi Abdüşşems oğullarından geldi. Biz (ehl-i beyt ve şia) Ömer b. Abdülaziz'i öyle görüyoruz.'"

Hz. Ali'nin kızı Fatıma da onu şöyle anlatıyor:

"Ömer'in Medine valisi olduğu günlerdeydi, izin iste­yip yanına girdim. Muhafızlara varana dek odadaki herkesi çıkardı. Bir o bir ben kalmıştık. Sonra dedi ki:

"-Ey Ali'nin kızı! Vallahi yeryüzünde senin ehl-i beyti­ni sevdiğim kadar kendi ehl-i beytimi sevmem."

Onun hilafeti döneminde zulümden kurtulan ve hoşnut edilen kesim yalnız ehl-i beyt ve onların şiası değildi. Mute­zile ve Hariciler de onun adil yönetiminden haklarına düşen payı almışlardı.

Mutezile imamlarından Gaylan Dımeşki Ömer b. Ab-dülaziz'le kimi konuları görüşmek istemiş, o da bunu kabul etmişti. Görüşme sonunda mutabakata vardılar ve Gaylan ondan bir istekte bulundu. 

Diyordu ki: "Beni,Ümeyyeoğullarının gasbettiği ve senin geri aldığın kamu mallarının satışı­na memur et." Halife bu talebi kabul etti. Gaylan başkentin en işlek çarşısında bu malları hazine adına satarken şöyle bağı­rıyordu:

"Gelin! Hainlerin, zalimlerin gasbettiği mallara gelin! Gelin! Allah Rasulü'nün ümmetine varis olan, lakin onun siret ve sünnetine varis olmayanların malına gelin. Kim iddia edebilir bunların hidayet önderleri olduğunu? Onlar bunları yerken, insanlar açlıktan Ölüyordu."

Ömer b. Abdülaziz'in vefatından sonra onu destekleyen tüm Tevhid ve Adalet Ehli (Mutezile) öldürüldü ya da zin­danlara dolduruldu. Gaylan Dımeşki'nin akıbeti ise daha korkunç olmuştu. Önce dilini kestiler, ardından birer birer diğer organlarını kestiler ve öylece ölüme terkettiler.

Haricilere gelince... Ömer b.Abdülaziz kendisine karşı ayaklanan haricilerin üzerine gönderdiği ordu yenilince on­ları anlaşmaya davet etti. Dedi ki:

"-Niçin anarşi çıkarıyorsunuz? Konuşacak bir fikriniz
varsa gelin karşılıklı konuşup, tartışalım. Hakikat sizden ya­naysa fikirlerinizi kabul edeceğim. Yok eğer hakikat benden yanaysa böylesine davranışlardan vazgeçmeniz gerekir."

Selef döneminin bu en katı düşünceli insanları onun bu tavrı karşısında yumuşadılar. Onun, kendinden öncekilere benzemediğini gördüler. Hatta kendinden önceki yöneticile­rin yaptıklarını 'zulüm' olarak değerlendirdiğine şahid oldu­lar. Söyleyecek başka bir şeyleri kalmayınca Emevi sultan­larına niçin lanet etmediğini sordular. Onun cevabı şuydu:

"Onları kınamak için yaptıklarına zulüm dememiz yet­miyor mu? Bunun üzerine bir de lanet etmenin ne anlamı var? Siz Firavun'a kaç kez lanet ettiniz?"

Hariciler son olarak bir konuyu gündeme getirdiler; hi­lafette veraset konusunu... Kendisinden sonra hilafete gele­cek olan Yezid b. Abdülmelik'in zalim ve fasık biri olduğu bilindiği halde buna nasıl razı olduğunu soruyorlardı. Onu kendisinin değil Süleyman b. Abdülmelik'in vasiyet ettiğini hatırlatınca da şöyle karşılık verdiler:

"Yezid'i senden sonraki halife ilan edip ona biat alan Süleyman b. Abdülmelik'in doğru bir iş yaptığına inanıyor musun?"

Bu soruya cevap bulamayan Ömer b. Abdülaziz oturu­mu terkederken hüzünlü bir şekilde şunları söylüyordu:

"Yezid konusu beni hayli düşündürüyor. Bu adamların makul sözlerine cevap bulamadım. Allah bu konuda beni af­fetsin."

Ömer b. Abdülaziz Hariciler'le yaptığı bu görüşmeden sonra, muhtemelen, ciddi olarak sorgulamaya başladığı sis­temin temellerini nebevi hilafete dönüştürmek istiyordu. Hanedan, özellikle kendisinden sonra vasiyetle hilafete gel­mesi kararlaştırılmış olan Yezid telaşa kapılmıştı.

Bu konuşma üzerinden çok geçmeden Ömer b. Abdüla­ziz zehirlenerek Öldürülecektir.
Ölümünde başucunda bulunan Mürsid anlatıyor: 

"Benim dışarı çıkmamı söyledi. Ben çıkarken şu ayeti okuyordu: "İşte ahiretyurdu! Onu yeryüzünde böbürlenmek ve bozgunculuk etmek istemeyenlere veririz!1 Geriye döndü­ğümde kıbleye dönmüş bir halde ruhunu teslim etmişti."



KAYNAK
__________________________

-İbn-i Kesir, el-Bidaye, 1X1221.

-İbn-i Sa'd, Tabakat, V/34L

-lbn-i Kesir, el-Bidaye, 1X1221-227; İbnü'l-Esiv, İV 1327-331.

-A. g. e., IVI330; îbn-i Kesir, el-Bidayc, 1X1209.

-İbn-i Sa'â, Tabakat, VI333,334.

-Taberi, Tarih, VI/573. 108

-İmamalar ve Sultanlar, Mustafa İsmailoğlu, Denge Yayınları, 1/ 100-108.

Yatak Değiştiren Hilafet



                     Ey İbn-i Mes'ade! Allah Ebubekir'e rahmet etsin. Ne o dünyayı istedi ne de dünya onu. Ömer'e gelince: Dünya onu istedi fakat o dünyayı istemedi. Osman ise; dünya ona isa­bet etti, o da dünyaya nail oldu. Amma biz... Biz onun İçinde kirlendik, dünyanın tozuna toprağına bulandık." Daha sonra pişman bir edayla dedi ki: "Vallahi bu, Allah'ın bize verdiği bir saltanattır

                  Muaviye b. Ebi Süfyan Hz. Muaviye Kureyş'in köklü ailelerinden birinin çocu­ğuydu. Babası Ebu Süfyan, Fetih'ten önce Kureyş'in önder­lerinden ve müşrik Mekke'nin son reisiydi.

              Fetihten sonra babasıyla birlikte müslüman olan Mua­viye sulta sahibi aristokrat bir ailede yetişmiş olmasının do­ğal sonucu olarak genel kültür sahibi, yönetim işlerinden an­layan, okumuş-yazmış biriydi. Rasulullah, etrafındaki her insanı kabiliyeti istikametinde istihdam ederdi. Bu cümle­den olarak Muaviye'ye de çeşitli kademelerde görevler ver­mişti. Onun verilen görevleri büyük bir beceriyle yerine ge­tirmesi yeni yeni görevlerin verilmesine vesile oluyordu.

             lk iki halife de aynı şekilde ona yönetimde görevler verdiler. Hz. Ömer Kum'da çıkan isyanı bastırmakla onu gö­revlendirmişti. Aynı şekilde kuzeye yollanan orduya komu­tan olarak atanmış, onun komutasında bir çok seçkin sahabi emniyet ve güven içinde yer almıştı.
Hz. Ömer atadığı yöneticilerin hal ve gidişiyle çok ya­kından ilgilenirdi. Birinin kusurunu gördüğü zaman hatır gönül dinlemez hukuk (şeriat) neyi gerektiriyorsa onu yapardı. Bu dönemde Emir Muaviye'nin ciddi bir açığı olmadı. Valileri sık sık değiştirdiği halde bu nedenle onu yerinde bı­raktı.

       Aynı isim Hz. Osman'ın hilafeti döneminde de aynı yerde tutulmuş, üstelik yetkileri ve sorumluluk alanı geniş­letilmişti. Ta Kîzıldeniz'e kadar olan toprakların tümü ona bağlanmış, başında bulunduğu eyaletin ekonomik ve askeri gücü merkezi hükümetin ekonomik ve askeri gücüne denk hale gelmişti.

           Siyaset tarihinde sık rastlanan bir olay vardı: Bir vali aynı yerde çok geniş yetkilerle uzun süre tutulursa bu onu saltanat davasına kalkışmaya götürüyordu. Muaviye tam 16 yıldır Şam eyalet valiliğindeydi. Hz. Ali üçüncü raşid halife­ye Muaviye'nin yerini değiştirmesini ihtar ettiğinde Hz. Os­man "Onu oraya Ömer getirdi" demişti. Hz. Ali'nin cevabı ise bir vakıayı dile getiriyordu:

            "-Muaviye'nin Ömer'den korktuğu kadar kendi kölesi Ömer'den korkmazdı. Ya senden?.."

        Hz. Osman'ın kanını bahane ederek meşru yönetime karşı ayaklanan Şam valisi sonunda kendisini halife ilan ede­cek ve göz koyduğu bu makamı ele geçirmek için tüm yolları deneyecekti.
Hilafeti kılıç zoruyla ele geçiren Muaviye'nin verdiği ilk hutbeyi İbn-i Kesir'den aktaralım:

       "Allah'a yemin ederim ki yönetimi ele geçirdiğim zaman bundan hiç hoşlanmadınız. Bunu biliyorum. Hatta bu konu­lardaki kuruntularınızı da biliyorum. Fakat ben bu makamı kılıcımın gücüyle elde ettim " . 

           Nebevi siyaset tarihinde ilk defa müslümanların yöne­timi 'kılıç zoruyla' elde ediliyordu. Ardından Rasulullah'ıh kanunlaştınp Raşid Halifelerin uygulaya geldiği siyasî, ibadî, ekonomik ve sosyal kurallar şeriatın hilafına değiştiri­liyor veya terkediliyordu. Şûra'nın yerini 'veraset' alırken emr bi'İ-ma'ruf gibi kimi farizalar suç ve fitne sayılıyordu. Devlet-millet arasında aşılmaz duvarlar konurken bunu ön­leyen sünnetlerden, halkın önünde namaz kıldırma, hutbede halkın dertlerini halletme gibi teamüller terkediliyordu. Biat kurumu tamamen atıl hale getiriliyor, kanı, malı, ırzı haram kılınanların kanunsuz ve keyfi bir biçimde -siyaseten- kanı, malı, ırzı helal kılmıyordu. Bunun iç paralayıcı örnekleri ileride gelecektir.

             İşte bütün bunlar bir şeyin habercisidir: Nebevi hilafetin bitip sultani hilafetin başladığının. Eğer bu ayrım yapılma­yacak olursa bütün bu yapılanlar nezih İslam'ın hanesine ya­zılacaktır ki asıl tehlike o zaman başgösterecektir.

           Fertlerin, hatalarının fertlerin hanesine yazılmasını hoşgörmeyenlerin, bu hataların İslam'ın zulümden arınmış ak sayfasına yazılması karşısındaki duyarsızlıkları ihanet değilse hamakattir, cehalettir, taassuptur. Biz, bir ferdi akla­mak için kocabir dini ve o dinin tüm mensuplarını töhmet al­tında bırakan böylesine tavırları mazareti ne kadar tumtu­raklı olursa olsun kabul etmemeliyiz. Tarih boyunca bazı in­sanlar kendi hislerini, taraftarlıklarını ve meşreplerini kalıcı hale getirmek için onu akide imiş gibi göstermekten korkma-mışlardır. Üstüne akide kılıfı geçirilmiş indi görüşlerin ör­tüsünü sıyırmak isteyen herkesi de ciddiyetsiz bir biçimde suçlamışlar, kara çalmışlar, isnat ve iftiralarla mahkum et­meye çalışmışlardır. Hatayı sevap gibi göstermek ne kadar tehlikeliyse savabı hata gibi göstermek de bir o kadar tehli­kelidir.

       Kimseye suç işleme imtiyazı tanımayan bir dini böyle­sine bir töhmet altına sokacak her davranış, o dine karşı iş­lenmiş en büyük cinayet ve zulümdür.

      Tarihin şimdi açacağımız sayfalarını adaletli ve itidalli bir bakış açısıyla okursak, kendi kuşağımızın ve gelecek ku­şakların dağarcığında gıdaya dönüşecek olan "hik met"'\ bu sayfalarda fazlasıyla bulabiliriz.

Sa'd b. Ebi Vakkas (r) Muaviye'nin yanına girerken şöyle selam veriyordu:

"Selam sana ey kral!"

Muaviye'nin kendisi de biliyordu makamının hilafet makamı olmadığını ve şöyle söylüyordu:

"Ben müslümanların ilk sultanıyım."


        Yasalarını Rasulullah'm belirlediği nebevi hilafetin mahiyeti ilk defa değişmişti. Nebevi hilafetin özelliği Veril­miş1 olması, sultani hilafetin özelliği ise 'alınmış' olmasıdır. Bu, îslami siyasette temel bir farktır. Çünkü bu farkla İslami siyasetin iki temel şartı olan biat ve şura iptal edilmiş olmak­tadır.
İslami siyasetteki bu köklü değişiklikler başka alanlar­da da yaşandı. Artık devlet dinin değil, din devletindi. Raşid halifeler kanuna kendileri uyarken ondan sonrakiler kanunu (şeriatı) kendilerine uydurdular.

Müslüman Kafir'e mirasçı olamazken Müslüman Ka-fir'e mirasçı yapıldı. Hukuk dışı bu uygulamayı İmamZührî rivayet eder. Çok sonraları Raşid Halife Ömer b. Abdülaziz bu gaynmeşru uygulamayı kaldıracaktır.

Bir başka değişiklik de diyet konusunda yaşandı, İbn-i Kesir'den okuyalım:

         "Diyet'te Muaviye sünneti değiştirdi. Zira sünnet'e göre muahid'in (İslam devletiyle anlaşmalı gayr-ı müslim) diyeti müslümanınkinin aynıdır. Fakat Muaviye bunu yarıya in­dirdi. Diğer yarısını da kendisi aldı."


              Şeriatta, ganimet mallarının beşte biri hazineye ait olup beşte dördü ise muharipler arasında taksim edilir. Muaviye böyle yapmamış, bu malların içinde bulunan altın ve gümü­şü ayırarak kendisine alıkoymuştur.

Yeni dönemde şeriatın hükümleri de farklı uygulama alanı buluyordu. Örneğin, Basra valisi Abdullah b. Amir hutbe okurken adamın biri valinin sahabeye küfretmesine dayanamayarak taş attı. Anında eli kesilen adam durumu Muaviye'ye şikayet edince şu cevabı aldı:

"Elinin diyetini beytülmalden öderim. Fakat valilerimi cezalandıramam."

Devlet, artık Rasulullah'ın kurup Raşid Halifeler'in ko­ruduğu 'hukuk devleti1 değildi. Ünlü zalim Haccac gibi Ümeyyeoğullannm ümmetin başına bela ettikleri azgınlar­dan biri de Busrb. Ertad idi. Muaviye bu adamı Yemen'e vali olarak gönderince kendisinden önceki vali Abdullah b. Ab-bas'ın iki küçük çocuğunu katlettirecek, bu cinayet gözleri­nin önünde işlenen anne çıldıracaktır.

Aynı isim, henüz Hz. Ali'ye olan biatini bozmamış olan Hemedan'ı 'fethetmekle görevlendirilince, orada yaptığı zu­lümler tarihin yüzünü karartacaktır. Bunlardan sadece bir ta­nesi Hemadan'm müslüman kadınlarını cariye niyetine esir alıp kullanmasıdır.

Kimse hıncını ve kinini isimler üzerine teksif ederek yanlış yapmasın. Bütün bu zulümleri işleyen isanlar konum­larından ve anlayışlarından soyutlandığında çok iyi birer fert olabilirler. Ne ki onlara, dile alınmayacak zulümleri yap­tıran 'saltanatçı mantık'tır. Ve bu mantığın tarihi, zamanı, yeri yoktur. Her çağda, her yerde, her kesimden birilerine te­belleş olabilir. Eğer düşman olunacaksa bu mantığa; 'saltanatçımantığa'düşman olunmalıdır. Tarih yazmanın ve tarih okumanın maksadı o zaman tecelli edecektir.

Bu dönemde moda olan taşkınlıklardan biri de, cahiliye adetlerinden olan cesetlere zulmetmekti. Üstelik zulmedilen bu cesetler Allah Rasulünün güzide ashabının cesetleriy­di.

Cesedin kellesini gövdesinden koparma zulmü ilk defa Ammar b. Yasir (r)'e yapılmıştı. Bahşiş almak için kesilen kelleler Muaviye'ye getiriliyordu. Sahabeden Amr b. Ha-mık'm cesedi de aynı akıbete uğradı. Bir farkla ki; bu kez ha­lifenin emriyle kesik baş şehir şehir dolaştırılıp teşhir edili­yordu.

Aynı işlem kendi kuşaklarının Öncüleri olan Mu-hammed b. Ebi Bekir, Numan b. Beşir ve Mus'ab b. Zübeyr'e de yapılacak, birincisinin cesedi sonunda bir eşek leşiyle bir­likte yakılacaktır.

Bu dönemde ortaya çıkan bidatlerden biri de Allah Ra­sulünün "Onlar hakkında Allah'tan.korkun" buyurduğu gü­zide ashabına sövülme bid'atidir. Muaviye illere tayin ettiği valilere "Ali'ye sövmekten Osman'ı sevmekten geri kalma­yın" diye tavsiye ediyordu. Bu bid'at öylesine yaygınlaşmış­tı ki, Allah Rasulünün en sevdiği insanlara bizzat onun ma­nevi huzurunda; mescidinde küfrediliyordu.

Bu işin en çirkin boyutu da cuma hutbelerini sahabeye küfür ile bitirmenin gelenek haline getirilmesiydi. Bu çok çirkin gelenek Hz. Ömer b. A'bdülaziz iktidara gelince kaldı-rılacak yerine bugün de hutbelerin sonunda okunan Nahl Su­resi 90. ayet ikame edilecektir.

Saltanat bir şeyin gücünü iyi keşfetmiş ve bu gücü sonu­na kadar da kullanmıştı: Mescidler... Çağdaş devletlerde ba­sının gördüğü işlevi İslam devletinde en ideal anlamıyla mescidler üstlenmişti, islam'ın bu özgün kurumları ibadet­hane olmalarının yanısıra kamuoyu oluşturma merkezleriy­di. Allah Rasulü mescidleri çok boyutlu olarak kullanmıştı. Bu kurumların toplumdaki yapıcı gücü başlı başına bir ko­nudur.

Yönetim el değiştirince mescidlerin işlevi de değişti. Mescidleri elinde bulunduran güç İslam'ın bu kurumunu kendi saltanatı uğrunda kullanıyordu. Ve tabi muhaliflerine karşı verilen savaşın propaganda merkezlerine dönüşmüştü mescidler.

Hutbelerde sahabeye sövme olayı müslüman halktan beklenmedik bir tepki gördü. Bu bid'atın bir başka kötü so­nucu da alim-cahil bir çok insanı cuma namazlarından soğutmasıydı. Her şeye rağmen cumaya devam edenler ya da­yanamayıp mescidde sesini yükseltiyor ya da dışarı çıkıp as­haba söven valiyi taşlıyorlardı. Bir keresinde Küfe valisi İbıı Ziyad taş atan seksen kişinin elini kestirmişti. Bu bid'ata kar­şı duyulan şiddetli tepkiyi çok acımasız bir biçimde cezalan­dırıyordu yönetim.


KAYNAK 
_______________________________


-İbn-i Kesir, el-Bidaye, VIIU135.

-Îpnü'l-Esir, el-Kûmil, 111/275.

-İbn-i  Abdi'l-Berr,   el-İstiâb,   IH/380;  İbn-i  Kesir,   el-Bidaye, VII1/137.

-A. g.e.,VlW 141,142.

-İbn-i Sa'd, Tabakat, V1I/28,29.

-İbnü'l-Esir, el-Kamil, IH/250,251; İbn-i Kesir, el-Bidaye, VIII/94.

-İbn-i Sa'd, Tabakat, VÎI25.

-İmamalar ve Sultanlar, Mustafa İsmailoğlu, Denge Yayınları, 1/ 72-78.

-Taberi, Tarih, V/275.

-A. g. e., V/253-277.

-A.g.e.,V/29I.

8 Ocak 2013 Salı

Çoğunluğun Peşinden Gidenler Kaybedecekler



                    Kuranda defalarca bahsedilen bir durumdur aslında bu, çoğunluk meselesi fakat gerek açıkça gerekse doğrudan bir ayet ile belirtilmediği için insanlar tarafından hep gözden kaçmıştır .

                    20. YY başlarında Pagan toplumu bişeyin farkına vardı. Eğer Tavistock'un yaptığı gibi bireyler üzerinde zihin kontrolü ( Mind Control )  yapar isek. bu hem zaman kaybı olacak, hemde  küçük ve elit toplum etki altında tutulacak, halk bundan kaçmayı başarabilecek.

                  Ve sessiz silah denilen (  William COOPER Apokalipsin atlıları Kitabı detaylı aram yapmak için )
bir silah geliştirdiler ve bunu en belirgin şekilde medya ve mali politikaları ele geçirerek yaptılar. BKZ : ABD merkez bankası vd.

                   Peki bu kitlereri etkileyen ve herkezi adeta bir koyun sürüsü gibi toplu şekilde gütmeyi başarmalarının gerçek sebebi neydi .


                  EL Cevap :  İnsan iradesinin kendi isteğiyle onlara teslim ettiği inaçları .

  Bakın KURAN ne diyor  1400 yıl öncesinden bu zihni kontrol edilen ve TOPLU haraket ederek insanları yanlış yönlendirenler için ...


1 - İnsanların çoğuna uyan sapıtır. (Enam 116)
2 -Allah’ın mucize yaratabileceğini çoğu bilmez. (Enam 37)
3 -Rızkı Allah’ın verdiğini çoğu bilmez. (Sebe 36)
4 -İnsanların çoğu kâfirdir. (Nahl 83)
5 -Çoğu fasıktır. (Maide 49, 81,Tevbe 8, Hadid 16, 27)
6 -Çoğu müşriktir. (Rum 42)
7 -Çoğu inanmaz, iman etmez. (Bekara 100, Hud 17, Rad 1)
8 -Çoğu inkârcıdır. (İsra 89)
9 -Çoğu gâfildir. (Yunus 92)
10 -Çoğu şükretmez. (Bekara 243, Yunus 60, Yusuf 38)
11 -Çoğu zanna uyar. (Yunus 36)
12- Çoğu nankördür. (Furkan 50)
13 -Çoğu yalancıdır. ( Şuara 223)
14 -Çoğu Allah’a ortak koşar. ( Yusuf 106)
15 -Çoğu haktan hoşlanmaz. (Zuhruf 78)
16 - Çoğu Kur’andan yüz çevirdi. (Fussilet 4)
17 -Kâfirlerin çoğu akletmez, kafası çalışmaz. (Maide 103)
18 -Ölüleri Allah’ın dirilteceğini çoğu bilmez. (Nahl 38)
19 -Kıyametin geleceğine çoğu inanmaz. (Mümin 59)
20 -Doğru olan dinin Müslümanlık olduğunu, çoğu bilmez. (Rum 30, Yusuf 40)
21 -Kıyametin ne zaman kopacağının bilinmeyeceğini çoğu bilemez. (Araf 187)

       İşte Hayat kitabı KURAN . açık bir gerçeklik hala görmezmisiniz.